12 Eylül darbesi, soğuk savaş döneminde CIA desteğiyle gerçekleşmiş Guatemala, Arjantin, Şili gibi onlarca darbe örneğinden bağımsız değerlendirilmemelidir.
12 Eylül'de ‘Our boys done it’ yani ‘Bizim çocuklar işi bitirdi’ diye Başkan Carter'a müjde veren CIA, Latin Amerika'da ki onlarca kanlı darbe siciliyle epey tecrübeliydi. Bu ülkelerin ortak noktası; yeraltı ve yerüstü kaynaklarının ve stratejik önemlerinin olması ile birlikte sesi gür çıkan sendikaların, güçlü demokratik kitle örgütlerinin ve öğrenci hareketlerinin olduğu örgütlü toplumlar iken sonrasında vahşi kapitalizme tam entegre olup özelleştirmelerle ülke kaynaklarının yağmalandığı, uluslararası şirketlerin tüm piyasayı ele geçirdiği, insanın ve emeğin değersizleştirildiği, hak aramanın terör eylemi sayıldığı, toplumsal yozlaşmanın hızla ilerlediği ülkeler olması idi.
Sonrasında dinci örgütlerin, tarikatların ve mafyanın palazlanması da tesadüf değildi. Öncesinde ilerici demokrat insanları, sendikacıları, gazetecileri, sosyalistleri infaz edip ortadan kaldıracak özel harp işi kontrgerilla örgütlenmelerinin tesadüf olmadığı gibi.
Örneğin darbeye giden yolun taşlarını Maraş, Çorum katliamlarıyla döşeyenler milletvekilliği yapmış CHP Nevşehir İl Başkanı Zeki Tekiner'i katletmenin ertesinde önce ki Başbakan Bülent Ecevit'in de olduğu cenaze kortejini ve tabutu güpegündüz tarayabiliyorlardı.
Tüm bunlar ABD'nin de başını çektiği ekonomik siyasi düzenin bekası içindir elbette. 24 Ocak Kararları diye bilinen ve kamu kontrolünün yok edilmesine, tarımdan enerjiye ulaştırmadan müteahhitlik hizmetlerine kadar birçok alanın yabancı piyasaya açılmasına, yerli üretimin azaltılmasına ve ithalata dayalı neoliberal sistemin uygulamaya konmasına geçit verecek 'dikensiz' bir gül bahçesi gerekliydi. Ve dikensiz gül bahçesi, şapkasını alıp gidenden sonra meydanı boş bulan kullanışlı siyasetçilerle tamamlandı. Sermayenin temsilcisi Özal parlatıldı, sendikasız, örgütsüz, yozlaşmış, tarikatlara yol verilmiş bir ülke inşa edildi. Atatürk’ün devletçilik ilkesi rafa kaldırıldı, özelleştirmelere başlandı.
Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Başkanı Halit Narin'in darbe sonrasında ki ‘yirmi yıldır onlar (işçiler) gülüyor, şimdi gülme sırası bizde’ beyanatı ile çok uluslu şirketlerin yerli ortağı Vehbi Koç'un darbeci Evren'e övgüyle yazdığı mektup bu kanlı darbenin asıl öznelerinin kimler olduğunu apaçık ortaya seriyor.
Bugün gelinen noktaya bakınca 12 Eylül darbesinin arzu ettiği siyasi ve ekonomik düzenin yeni siyasi ortaklarının da hangi yollardan bugünlere ulaştıkları gayet iyi anlaşılır.
12 Eylül 1980'in kanlı bilançosundan çıkıp artık bugüne gelirsek; 12 Eylül darbesinin üzerinden tam 40 yıl geçmiş olmasına rağmen ne hesap soruldu ne de doğru düzgün bir ceza davası ciddi bir şekilde ele alındı. Tazminat davaları bile sonuçlandırılmadı. 2012'de yapılan sözde yargılama da gösterişli bir tiyatrodan ibaretti. Sonuçta darbeyi yapan generaller emekli general olarak öldüler. Ve resmi devlet törenleriyle gömüldüler. Evet, bu ülkenin yurttaşı yüz binlerce insanın hayatını mahvetmiş, işkence ve idamlardan sorumlu kim varsa hepsi devlet töreniyle gömüldü. Varisleri de devletin emekli generallere tanıdığı her türlü imkandan faydalanmaya devam ediyorlar.
Sözde yargılamanın önünü açan 12 Eylül 2010'da yapılan referandum günlerine gidersek; AKP, toplum mühendisliği çalışmalarından biri olan referandumu o kara günle aynı güne denk getirmiş ve yanına birtakım eski solcu ve liberalin yanında az sayıda olmakla birlikte medyatik birtakım "solcu"yu alarak 'yetmez ama evet' kampanyası eşliğinde referandumu kazanmıştı. Toplumun büyük bir bölümünün ortak beklentisi olan 12 Eylül darbesiyle hesaplaşma yalanı ise referandumun önemli reklam yüzlerinden biri olmuştu. Hani toplumu kandırmayı marifet sanan ucuz ürün pazarlamacılarının yaptığı gibi. Sistemin devşirdiği Ufuk Uras'ın o dönem 'sapına kadar evet' diyerek 'hayır' diyenleri karaladığı, darbeci ilan ettiği günler arşivlerde duruyor. FETO'nun 'mezardakiler bile kalkıp evet oyu kullanmalı' dediği 12 Eylül 2010 referandumunun baş aktörünün kim olduğunu bilmek geldiğimiz noktada artık çokta önemli değil. Çünkü büyük ortak FETO 15 Temmuz 2016’da az daha ülkeyi uçurumdan atıyordu.
Geldiğimiz noktaya bakarsak; 12 Eylül darbecileriyle sözde hesaplaşacak olan referandumun sonrasında ülke adım adım 12 Eylül'den hallice bir baskı ve korku iklimine büründü. Artık tutuklu yargılama alışkanlık haline geldi. Gezi eylemlerinde gencecik çocukların kafatası gaz kapsülüyle parçalandı. Ülkenin en büyük muhalefet partisinin genel başkanı linç edildi. Ortada sanık yok. Gazeteciler, sanatçılar, avukatlar cezaevlerinin kadrolu tutukluları oldu. Bir eleştiri tivitiyle yüzlerce yıl ceza istenenler oldu. Milletvekilleri sokak ortasında darp edildi. Ayşe öğretmen bebeğiyle cezaevine girdi. Barış istediği için yüzlerce akademisyen üniversiteden atıldı. Akşam hedef gösterilen sabah beşte gözaltına alındı.
Bugün o evetçilere sorsak acaba çıkıp yine evet derler mi?
Dünün bilançosundan çıkıp artık bugünü konuşmak ve hesap sormak gerek!
Yorumlar
Yorum Gönder